23 Temmuz 2013 Salı

Ey Cemaat-i Müslimin

Ramazanın başladığı günden beri bu konuyla ilgili  yazıp yazmamak konusunda çok kararsız kaldım. Sonuç itibari ile bu konuda ahkam kesmek pek de bana düşmez gibi geldi. Piyasada bir çok alim, dini bütün insan var. Bırakalım bu mevzuyu onlar konuşsun istedim ve bugüne kadar da kendimi tuttum. Dolayısıyla en baştan şunu belirtmek isterim ki, bu yazıyı din konusunda herhangi bir iddiam olmadan yazıyorum. Sadece din kavramının nasıl bir şey olduğunu anlamak için, merak sebebiyle bütün semavi kitapları okumuş ve diğer çok tanrılı veyahut pagan dinlerin de yazılı kaynaklarından ulaşabildiklerine göz gezdirmiş bir adamın zihnine düşenler sadece bunlar. 

Bu okumalar sonrasında edindiğim ibadet algısı şöyle. Özellikle semavi dinlerde ibadet, tanrıya yakınlaşma ve onun varlığını kabul etme yöntemi. Diğer dinler ise tanrılarla çok daha doğrudan bir bağ geliştirerek, ibadet ve ayinleri daha çok karşılıklı bir anlaşma gibi uyguluyor. Yani tanrıya yakınlaşmanın yanı sıra, yaptıkları ibadet karşılığında tanrılarından doğrudan bir talepleri var genellikle. Uygulama ve amaçlarındaki farklılıklarına rağmen her dinde ortak bir nokta var. Tanrıya yakınlaşma. Her inanış bu tanrıya yakınlaşma durumunun insanda muazzam pozitif etkileri olduğu konusunda hemfikir. İnsanın içinde olumlu duygular uyandıran bu eylemlerin, bizleri daha mutlu, daha sevgi dolu, daha iyi insanlar yapacağını iddia ediyorlar. Tanrının sonsuz iyiliğinin bu kısıtlı yakınlaşmamızda bile bize sirayet edeceğini ve dönüştüreceğini iddia ediyorlar hepsi ağız birliği yapmışcasına.

Kafamdaki bütün bu düşüncelerle, içinde bulunduğumuz ayda, sadece Türkiye'ye değil bütün Müslüman ülkelere bakınca haliyle bir sürü çelişki doğuyor zihnimde. Günlük kavgalar ve tartışmalardan, nefret söylemlerine kadar geniş bir yelpazede yaşıyoruz bu ibadet ayını. Nasıl oluyor da inananlar, arınmaları gereken bu süreçte daha da kirlenebiliyorlar anlamakta zorlanıyorum. İnanmayan ve ibadet etmeyen insanlar bile ramazan dolayısıyla, inananlara daha saygılı daha hoşgörülü davranmaya gayret ederken, mümin olduğunu iddia edenlerin içlerinden dışarı taşan bu öfke ve nefretin kaynağı ne? Tanrıya yakınlaşma olmadığı kesin. Bunları söylerken tabi ki gerçekten, saf duygularıyla inananları tenzih ederim.

Ve işte her sene olduğu gibi bir ramazan daha bu sorularla, bu çelişkilerle geçip gidiyor. Sadece kutsal olan bir ayda değil, senenin her günü insan gibi davranmasını beklediğimiz kişilerin, bırakın senenin her gününü, bu bir aylık süreçte bile insan olamamasının şaşkınlığıyla. 

18 Temmuz 2013 Perşembe

Ben Sporcunun Az Akıllı, Yandaş ve Ahlâksızını Severim

Yıl 1968. Yer Meksika. Bütün dünya Avrupa'dan yükselen özgürlük çağrısını konuşuyor. Avrupa'da bir çok şey değişiyor. Gençler sokaklarda. İnsan gibi yaşamak için, eşitlik için, özgürlük için çığ gibi büyüyerek sokakları dolduruyorlar. Algıları değiştiriyorlar bütün bir kıta boyunca. Fakat Avrupa'da esen özgürlük rüzgarları günümüzün özgürlük bekçisi olan okyanusun karşı tarafına, yani Amerika'ya hala ulaşamamış durumda. Amerika köleliği kaldırdığını gururla, üstüne basa basa dile getirse de, hala özgürlüğün beyazların tekelinde olduğu bir ülke olmaktan öteye gidemiyor. Amerikan rüyasının içinde siyahi vatandaşlara yer yok. İkinci sınıf insan muamelesi görüyor, dışlanıyorlar.

Bu koşullardaki Amerika Meksika 68 olimpiyatlarında, 200 metre koşusunda kürsüye iki siyahi sporcusuyla çıkıyor. Tommie Smith ve John Carlos. Tommie altın madalyaya ulaşırken John'da bronz madalyayı alıyor. Ve bu iki atlet kürsüye çıkmadan önce ülkelerinde siyahi vatandaşların çektiklerini bütün dünyaya duyurmak istercesine bir eylem düşünüyorlar. Ama kürsüde yer almayı hak etmiş bir atlet daha var. Avustralya'lı Peter Norman. Onun bu gurur anını da gasp etmelerinin doğru olmadığına inandıklarından, öncesinde onun da onayını almak istiyorlar. Peter Norman'a sadece iki soru soruyorlar: 'İnsan haklarına inanıyor musun?' ve 'Tanrıya inanıyor musun?'.  Bu iki soruya da evet cevabını aldıktan sonra kafalarındaki planı anlatıyorlar Norman'a. Norman sadece onları onaylayıp, desteklemekle kalmıyor yapacakları eylemin biçimini de belirliyor. Kürsüye siyahilerin çektikleri fakirliği vurgulamak için yalın ayak ve özgürlük mücadelesini simgelemek için de tek ellerinde siyah eldivenle çıkmaya karar veriyorlar. Fakat bütün insanlık için bir gurur anı olması gereken bu tablodan sonra bu atletlerin hayatı alt üst oluyor. Spordan uzaklaştırılıyorlar, ailelerini kaybediyorlar. Böylece hayatlarının en gururlu anı, insanlık açısından en özel anlardan biri, onların hayatının geri kalanını sıkıntılarla dolduruyor. 

Bundan 45 sene önce bize insanlık dersi veren bu 3 büyük sporcuyu tekrar hatırlamama vesile olan olay Cenk Akyol'un durumu oldu. Şampiyonluk kutlamaları esnasında, Gezi Direniş'ini göz ardı eden Ntv'ye konuşmayı reddedip, mikrofonlarını yere atması yüzünden milli forma hakkı gasp edilen basketçimiz.Her ne kadar insanlar çıkıp olayın böyle bir boyutu olmadığı konusunda bizi ikna etmek için yırtınsa da, gene inandırıcı değiller, gene komikler. Yaptıkları her şeyin üstüne sporu da kamplaştırıp, insanları ötekileştirdikleri için tebrik etmek lazım. Ne de olsa artık dünya çapında bir tarzımız var. Bizim gurur duyabileceğimiz, bayrağımızı taşımaya layık sporcular ırkçı, küfürbaz ve ahlaksız olmalı.

Ne ilksin, ne de son Cenk. Yapılan haksızlığı gidermez ve içindeki öfkeyi dindirmez biliyorum ama şu belki bir ince teselli olabilir. Aradan ne kadar süre geçerse geçsin, insanlık tarihinde onurlu bir yerin var artık. 

10 Temmuz 2013 Çarşamba

Kolay Değil Genç Ölmek


Mehmet Avyalıtaş: 20 yaşındaydı daha. Babası rahatsızlandıktan sonra ailenin geçim yükünü kaldırabilmek için liseyi bırakıp, pazar tezgahında iş hayatına atılmıştı. Son 4 ayını bir lokantada garsonluk yaparak geçirdi. 1996 yılında dayısının Iğdır'da askerlik yaparken intihar ettiği iddia edildi. Fakat sonra asker arkadaşları, Alevi olduğu için komutanı tarafından öldürüldüğünü söyledi. Babasının gururla söylediği gibi Şah İbrahim'in soyundan geliyorlardı. Bu gurura rağmen üstüne basa basa belirtiyordu, "Biz insan ayırmayız". Dayısının acısını daha büyük bir acıyla unutturduğunu söyleyen annesi nereden bilebilirdi ki, yürüyüşe katılacağını söyleyince aç aç gitmesin diye bir yumurta kırdığı oğlunun çıkarken yanağına kondurduğu öpücüğün son öpücük olduğunu.



Abdullah Cömert: 22 yaşındaydı. Aramızdan ayrılana kadar, Hatay'da sürekli direnişin içinde yer aldı. Çoğumuz kadar apolitik değildi. CHP gençlik kollarına üyeydi. Belki de bizden daha erken fark etmişti bir şeyleri. Bizler gibi politize olmak için bıçağın kemiğe dayanmasını beklememişti. Yazdığı son mesajında başına gelebilecek olanları sanki önceden görmüştü, " 3 günde sadece 5 saat uyudum. Sayısız biber gazı yedim, 3 defa ölüm tehlikesi atlattım. Ve insanlar ne diyor biliyor musunuz? 'Boşver ülkeyi sen mi kurtaracaksın?'. Evet kurtaramasak da bu yolda öleceğiz"

  
Medeni Yıldırım: Henüz 18 yaşındaydı. 1994 yılında faili meçhul bir şekilde infaz edilen Kürt iş adamı Adnan Yıldırım'ın yeğeniydi. Bölgede korkunun, faili meçhullerin, kayıpların, işkencenin sembolü olmuş karakollara Lice'de bir yenisinin daha eklenmesini protesto ederken askerin açtığı ateşle öldü. Belki de ölümüyle ülkenin batısının ilk defa bölge gerçeklerinin farkına varmasını sağladı.


Ethem Sarısülük: 26 yaşındaydı. Yıllardır hayata tutunabilmek için bir çok yerde vasıfsız işçi olarak çalışmış gerçek bir emekçiydi. Son olarak OSTİM'de kaynakçılık yapıyordu. Toplumun, siyasetin, ideolojilerin, kentlerin yalan ve yavanlığından bıkıp 23 yıldır köyünde, bütün toplum normlarının dışında münzevi hayatı yaşayan eski edebiyat öğretmeni Muzaffer Sarısülük'ün oğluydu. Ankara'nın göbeğinde görüntülerle kaydedilmiş şekilde bir polis tarafından vurularak öldürüldü. Ethem bizi bıraktı, katili koruma altına alındı.


Ali İsmail Korkmaz: 19 yaşındaydı daha. Hatay'dan İngilizce Öğretmeni olmak için okumaya gelmişti Eskişehir'e. Polis şiddetinden kaçarken daha büyüğüyle karşılaşacağını nereden bilebilirdi? Bir ara sokakta karşısına çıkan güruhtan ölümüne dayak yedi. Gene polis korkusundan hastaneye gitmek istemedi. Gittiğindeyse zaten kimse gereken müdahaleyi yapmadı. Beyin kanaması geçirdiği anlaşıldığında artık çok geç olmuştu. Günlerce direndi ölüme ne de olsa direnişçiydi. Ama maalesef bu direnişin sonunda kazanamadı. Sadece onu dövenler değil, polis, doktorlar, devlet hepsi elbirliğiyle öldürdü Ali İsmail'i, vebalini herkese bırakarak. 

Bu ölümlerin hiçbirinin sorumlularını bulmasalar da, bu sorumluları cezalandırmasalar da sadece şunu asla unutmasınlar.
  • Mehmet Ayvalıtaş ölümsüzdür.
  • Abdullah Cömert ölümsüzdür.
  • Medeni Yıldırım ölümsüzdür.
  • Ethem Sarısülük ölümsüzdür.
  • Ali İsmail Korkmaz ölümsüzdür.



7 Temmuz 2013 Pazar

Selam Dünyalı


Bugün gazetede okuduğum bir haber, zaten saçma bulduğum ırksal kavramları ve milliyetçi düşünceleri tekrar aklıma getirdi. İngiltere veliahtlarından Prens William'ın doğacak çocuğunun soy ağacını araştırmışlar. Tabi bahsedilen İngiliz Kraliyet Ailesi olunca, soyu yüzyıllar öncesine kadar takip etmek çok da zor olmasa gerek. İlginç olan o soy ağacında karşılaşılan isimler. Kimler yok ki. Amerika'nın ilk başkanı olan George Washington da, Dracula mitinin yaratılmasının esin kaynağı olan Kazıklı Voyvoda da var bu listede. Floransa'nın ünlü Medici ailesinden gelen Fransız kraliçesi Marie de Medici de yer alıyor bu soy ağacında, ve hatta bu kraliçe üzerinden soy incelenmeye devam ettiğinde İngiliz tahtının varisinin Hz. Muhammed'le dahi uzaktan akraba olduğu ortaya çıkıyor. Yani kısacası İngiliz veliahtının soyunda İngilizlik'le beraber Romenlik, İtalyanlık ve hatta Araplık harmanlanmış gibi duruyor. 

Bu sadece soyunu yüzlerce yıl geriye takip edebileceğimiz aristokrat aileler için geçerli bir durum değil haliyle. Binlerce yıl boyunca ırklar, klanlar, toplumlar birbirleriyle karışarak bugüne kadar gelmişiz. Bugün de hız kesmeden devam etmekte bu karışma durumu. Fakat buna rağmen hala günümüzde çok yoğun bir şekilde milliyetçi söylemlere maruz kalabiliyoruz. Bu söylemler temelinde, ait olduklarını iddia ettikleri ırkı diğerlerinden üstün tutmakta ve kendilerinin dışında kalan ırklara eşitlikten uzak yaklaşımlar sergilemekte. Bütün bir dünya tarihi sürecini incelediğimizde hala belli bir ırkın pûri-pak kalabildiğini ya da kendimizin hala bir ırkın saf kan temsilcisi olabileceğimizi düşünmenin saçmalığının farkındasınızdır herhalde. Ayrıca ırk da neymiş, bütün semavi dinlere göre hepimiz Adem'den yani aynı soydan gelmedik mi? 

Bu tip ırkçı ya da milliyetçi söylemlerin temelinde yatan asıl neden bence bireylerin kendilerine yeterince saygı duymaması. İnsanlara, sadece kendileri oldukları için saygıyı hak ettiklerini, var olmaları nedeniyle değerli olduklarını, herhangi bir alt ya da üst kimliğe gerek olmaksızın sadece kimlikleriyle eşit yaşam hakları olduğunu anlatmalıyız. Kendilerini Türk, Kürt, İngiliz, Fransız, Ermeni, Arap olarak değil Ahmet, Dilan , John, Louis, Sevan olarak tanımladıkları ve kimliklerinin ötesinde gene de bir aidiyet ihtiyacı varsa, bu ihtiyacı hepimizin gerçekten ortak geçmişi olan gezegenimize yönelttikleri bir dünyada gerçekten barış ve kardeşlikten bahsedebiliriz. Unutmayalım ki bütün insanlığın soyu sopu karmakarışık olsa da asla değişmeyen tek bir gerçek var. Hepimiz dünyalıyız.

5 Temmuz 2013 Cuma

Devletin Dini Olmaz


En başından belirtmek isterim ki, bu yazı kişilerin bireysel dini inanışları üzerine yazılan bir yazı değildir. Tam aksine dinin sadece bireylerin düşüncelerinde ve vicdanlarında yer etmesi gerektiğini savunmaktadır. Burada eleştirilen nokta din olgusunun, hangi din olursa olsun devlet politikalarında yer etmesi ve bu politikaların kendi iktidarlarını sağlama almak için insanların inançlarını kullanmasıdır. 

Şu anda dünyada tam anlamıyla teokrasi ile yönetildiğini söyleyebileceğimiz az sayıda ülke olmasına rağmen, yönetim anlayışlarında ya da dillerinde dine fazlasıyla vurgu yapan bir çok ülke vardır. Yöneticilerin başvurabileceği en ucuz yöntemlerden biridir bu. Fakat bir o kadar da etkili. Çünkü din içinde bir çok kutsiyet barındırır. Her dinin içinde kutsal addedilen, sorgulanamayan kavramlar vardır. Ve yöneticiler bu kavramları kullanarak kolaylıkla halkı galeyana getirebilir ve kendi çıkarları doğrultusunda reaksiyonlar yaratabilir. Tarihte Haçlı Seferleri ile karşılığını bulan bu kitlesel cinnet durumu, günümüzde de özellikle Ortadoğu'dan yükselen Cihad çağrılarıyla varlığını sürdürmekte. 

Bu durumun sadece kitlesel savaşlar ya da savaş çağrıları gibi uç örnekler yaratmaktan daha farklı sonuçlarıyla ise çok daha sık karşılaşıyoruz. Devletler dini argümanlar üzerinden toplumun yaşama biçimlerini, özgürlük alanlarını belirlemeye çalışıyor. Bu doğrudan bir din üzerinden ya da dinin mezhepleri üzerinden uygulanıyor. Devlet dili olarak hangisi kullanılıyorsa onun dışında kalan din ve mezhepler ayrımcılığa uğruyor ve dışlanıyor. Sonuç olarak da dışarıda kalan insanların ya dini özgürlükleri kısıtlanıyor ya da mezhep çatışmaları baş gösteriyor. 

Yönetim biçimleri tarih boyunca sorgulanarak ve gelişerek günümüzdeki  haline gelmiştir ve bu sorgulama sonucunda gelecekte daha iyi noktalara gidebilir. Fakat biz, devlet yönetiminde asla sorgulanamaz tabularla dolu olan din olgusuna yer verirsek, gelişmek bir yana daha da geriye gitmemiz kaçınılmaz. Bundan dolayıdır ki dini bireylerin düşünsel ve yaşamsal anlayışlarından öteye taşınmasının, kişinin kendi vicdanının ötesinde yer etmesinin önüne geçilmesi bütün insanlığın gelişimi açısından elzemdir. Burada devlete düşen tek görev tek bir din ya da mezhebin bayrağını taşımaktan vazgeçip; herkesin, dini özgürlüklerini ayrım yapmaksızın ya da birini diğerinden üstün tutmaksızın yaşamasını garanti etmektir.

4 Temmuz 2013 Perşembe

Darbe Sonrası Stres Bozukluğu

Askeri darbeler neredeyse insanlığın var olmasından beri vuku bulmakta dünya üzerinde. Antik dönemdeki Yunan ve Hindu kent devletlerinde çok yaygın bir olguydu. Elinde askeri gücü olan kimse bu gücü kullanarak yönetimi ele geçirmekte bir sıkıntı görmezdi.Bunların yanı sıra tarihteki en ünlü darbe mağruru ve mağduru da Julius Caesar'dır sanırım. Kazandığı zaferlerden ve başarılardan sonra 13. lejyonunun askeri gücüne dayanarak Roma'da bir iç savaş başlatmış ve sonunda galip gelip Roma'yı cumhuriyetten imparatorluğa dönüştürüp Roma'nın tek hakimi olmuştur. Ta ki sonunda gene bir darbeyle öldürülüp iktidardan devrilene kadar. Bu yönüyle darbenin iki yüzünü de  yaşamış bir şahsiyettir kendisi. 



Antik çağların binlerce yıl öncede kalması gereken bu köhne uygulaması maalesef çağdaş dünyamızda da sık sık karşımıza çıkıyor. Özellikle 20. yüzyıl darbeler tarihi açısından tam anlamıyla bir bolluk bereket dönemi. Latin Amerika'da, Asya'da, Afrika'da ve Avrupa'da onlarca darbe yapılmış bu yüzyıl boyunca. Pinochet'den Saddam'a, Papadopulos'tas Pervez Müşerref'e birçok örnek vardır darbeyle iktidarı ele geçirme kousunda. Ve tabi ki bizim ülkemiz. Bir tanesi yetmemiş gibi 20 yıl sonra bir ikincisini yapmışız. Muhtırasıydı, postmodern darbesiydi de cabası. Türkiye'nin demokratikleşememe sorununun en temel nedenlerinden biridir bu darbe kültürü.

Çağımızın son darbesi dün itibarı ile Akdeniz kıyılarımızın karşı cenahında meydana geldi. Arap Baharı rüzgarının en sert ve etkili yaşandığı Mısır'da. Bu bahar kısa sürede kışa dönüşmüş olmalı ki halk gene ayaklandı. En doğal haklarıdır beğenmedikleri, memnun olmadıkları bir yönetime baş kaldırmak, tepkilerini göstermek. Herkesin desteklemesi gereken bir tutumdur. Fakat Mursi ne yapmış olursa olsun sonunda ordunun yönetime el koymasını haklı göremem. Ordu denen kurum iki ucu keskin bir bıçak gibi. Ülkenizin güvenliği ve gücü için ordunuzu güçlendirebildiğiniz kadar güçlendirirsiniz. Fakat bu büyük güç kontrol altında tutulmazsa da, her an sayısız örnekte görüldüğü gibi yönetimde hak iddia edebilecek bir konuma gelebilir. Şu anda Mısır'da olanların darbe olmadığı iddia ediliyor, geçiş süreci gibi laflar söyleniyor. Her ne olursa olsun ordu gibi mantığın tamamen dışlandığı, hiyerarşik düzenin en katı haliyle uygulandığı ve insanın değerinin sıfırlandığı bir kurumun yönetimi ele geçirmesi insanlık ve demokrasi açısından büyük bir kayıptır. Umarım Mısır halkı şu anda kutlamalarla karşıladıkları darbenin sonuçlarını benzer örneklerde olduğundan daha az acıyla ve kayıpla atlatabilir. Dünya üzerinde hiçbir ordu olmasa, askerlik denen kavramı tarihin unutulmuş bir sınıfı olarak anlatsak çocuklarımıza keşke. 

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Unutmayalım ! Unutturmayalım !

Yıllar önce, tam olarak 20 yıl önce 2 Temmuz günü o günkü çocuk aklımla pek de anlam veremediğim, ülkenin tarihinde yaşanan vahim katliamlardan biri daha yaşandı Sivas'ta. Etrafta konuşulanlara bir türlü anlam veremiyordum. Sivas'ta Alevilere saldırdılar diyorlardı. Çocuk aklımla o güne kadar Alevi olduklarını duyduğum etrafımızdaki insanları düşünüyordum. Neden, kim saldırsın ki onlara diyordum kendime. Bizden hiç farkları yoktu, hepsi iyi insanlardı. Sonra saldırının hedefinde Aziz Nesin'in olduğunu söylüyorlardı. O zamanlar komik hikayeler yazan, tonton bir adam olarak algıladığım Aziz Nesin. İşte bunu hiç anlamıyordum. Bu kadar komik ve eğlenceli bir adama kim, niye zarar vermek isteyebilirdi.

Yıllar içinde büyüdüm. Büyüdükçe okudum, okudukça anladım. Zamanında niye saldırıldığını anlayamadığım Alevi toplumunun yaşadığı ilk saldırı olmadığını öğrendim Sivas Katliamının. Tarihleri boyunca nasıl dışlandıklarını, ötekileştirildiklerini, ezildiklerini öğrendim. Bazen şuursuz güruhlarca bazen de devletin sistematik politikalarıyla, nasıl yok edilmek ya da en azından asimile edilmek istendiklerini gördüm. Gördükçe utandım. İnsanlık adına utandım, devlet adına utandım. 

O zamanlar sadece komik hikayeler yazarı olarak düşündüğüm Aziz Nesin'i okudum yıllar geçtikçe. Sadece mizah yapmadığını, mizah yaptığı noktalarda da nasıl toplumsal eleştiriler yaptığını gördüm. Bu ülkenin ve bu ülkenin insanlarının gelişimi için ne kadar önemli bir aydın olduğunu anladım. Okudukça anladım, anladıkça utandım. Aydınlarını yok etmeye bu kadar hevesli bir toplum olduğumuz için utandım.


Ve tabi olayın gerçekleştiği dönemde adlarını dahi bilmediğim, orada can veren, canını kurtarmayı başarsa bile bu travmayı yaşayan aydınlarımızı ve insanlarımızı öğrendim büyüdükçe. İnsanlarına, aydınlarına bir otelin dar merdivenlerinde, alevlerin kendilerini yutması ya da dışarıdaki güruh tarafından linç edilmeyi beklemenin endişesini yaşattığı için ülkem adına utandım.

Günümüzde meydanlarda "Öl de ölelim, vur de vuralım" ya da "Yol ver gidelim, Taksim'i ezelim" sloganlarını duydukça tüylerimin diken diken olması bundandır işte. Sivas Katliamı ve benzerlerini unutmayalım, unutturmayalım. Böylece bugün çocuk olanlara, ileride anlayış düzeyleri geliştiğinde utanacakları bir insanlık, devlet ve ülke mirası bırakmayalım.