31 Mayıs 2013 Cuma

Direniş Bütün Ülkede

Yazamıcam bugün. Olanlardan sonra dilim varmıyor. Tek güzel taraf bütün ülkenin ayağa kalktığını görmek.

                                                               BURASI ANKARA

                                               
                                                          BURASI ESKİŞEHİR
                                           
                                      

                                                                  BURASI İZMİR



BURASI MERSİN

Dört bir yandan destek veren herkese helal olsun. Resimlerini koydukların dışında daha onlarca şehir var gezi parkına, ağacına, doğasına, hayatına, yaşam tarzına sahip çıkan ve direnen. Diren gezi parkı. Direnin en çatışmalı cephe olan İstanbul'un güzel insanları. Damarına basılınca çok seksi oluyorsun Türkiyem.



                                                           BU DA BÜTÜN ÜLKE


30 Mayıs 2013 Perşembe

Kutuplaşmada Dört Nala


Türkiye yıllardır toplum içindeki kutuplaşmalardan çok çekti ve hala çekmeye devam ediyor. Zamanında müslüman gayrimüslim, sağcı solcu arasında oluşturulan kutuplaşmalar sonucunda ülkenin geldiği durum ortada olmasına rağmen günümüzde de bu düşman tavır sergilenmeye devam ediyor. Sadece toplumun ayrıksılaşan gruplarının isimleri değişiyor. Bunun temelinde toplumu yöneten ve yönlendiren kişilerin düşmanca tavırları ve söylemleri yer alıyor. Maalesef toplum olarak düşünme kavramına çok yatkın olmadığımız için de bu insanların demeçleri bizleri kolayca yönlendirebiliyor. Sempati ya da bağlılık duyduğumuz herhangi bir oluşumun başındaki kişinin söylediği her söz toplumun katmanlarında katlanarak etkisini arttırıyor. Böyle bir toplumda siyasetçilerin daha sağduyulu olmasını beklemek gerekir. Fakat onlarda yandaş ve seçmen kaygısıyla bu ateşi körüklemekten vazgeçmiyor. Bu konuda herhangi bir oluşumu diğerinden ayırmak da çok mümkün değil maalesef. O bunu yaptı bu bunu yaptı şeklindeki tespitlerle işi bir sidik yarışına döndürmenin  anlamı yok. Toplumdaki hiçbir kesimin diğerine tahammülü yok. 

Lafa geldiğinde hep tarihimizdeki hoşgörüden bahsederiz. Herkesin beraber yaşayabildiğinden bahsederiz. Geçenlerde büyük usta Yaşar Kemal'de geçmişe atıf yaparak çocukluğunun geçtiği köyden bahsetti. O Türkmen köyündeki tek Kürt aile olmalarına  rağmen hiçbir ayrımcılığa uğramadıklarını anlattı ve 'Bütün Türkiye benim köyüm gibi olsun' diyerek noktaladı. Ben daha yakın geçmişe kendi çocukluğuma gitmek istiyorum, büyüdüğüm mahalleye. Orada babamlar toplanır rakı sofraları kurulurdu. Ben de daha 5-6 yaşındayken o sofraların baş köşesine oturtulurdum. Masada her telden insan olurdu ve bu insanlar aynı zamanda ramazanda orucunu tutar, cuma camiye giderdi. Bu arkadaş çevresinin içinde bir camaate bağlı hoca bile vardı. Ne o kimseye içmeyin derdi ne de kimse ona niye içmiyorsun. Hepsi farklı partilere oy verse de, farklı kökenleri olsa da, farklı takımları tutsalar da herhangi bir durumda hepsi birbirine yardım ederdi. Birbirlerine insan olarak bakmayı bilen, farklılıkları bir arkadaş sohbeti içinde eritebilen güzel insanlardı. Ustanın affına sığınarak bende Türkiye benim mahallem gibi olsa keşke diyorum.

28 Mayıs 2013 Salı

Gezi Parkı da Gidiyor


Dün gece gezi parkı apar topar yok edilmeye başladı. Sosyal medyada durumun duyurulması sonrası gece yarısı olmasına rağmen insanlar toplanıp yıkımı engellemeye çalıştı. Fakat sabah olduğunda polisimiz gene klasikleşen müdahale yöntemini kullanarak yıkıma engel olmaya çalışan topluluğu dağıtmaya çalıştı. Sarıldılar gene biber gazına. Taksim meydanındaki keyfi uygulamalara tepki göstermek isteyen insanları gene perişan ettiler. Orada düzenleme yapabilirsiniz, değişiklikler yapabilirsiniz sorun bu değil. Sadece herşeyin oldu bittiye getirilerek apar topar yapılması sorun. Oraya tekrar yapmak istediğiniz Topçu Kışlası değil sorun. Topçu Kışlası adı altında yapıcağınız binanın AVM olması ve bunun için oradaki neredeyse asırlık ağaçları yok etmeniz sorun. Zaten beton yığını olan şehirlerimizde çok az sayıda olan yeşil alanları yok etmeniz sorun. Ama ağaç dediğin nedir değil mi. Dikelim heryere alışveriş merkezlerini, gökdelenleri. Ülkenin ekonomisini yaslamışız inşaata, iki ağaç yüzünden ekonomimize sekte mi vuralım. 

Bugün ülkeyi yönetenler yani vekillerimizden ikisi bu uygulamaya sert tepki verdi. Tabi ki ilk olarak Sırrı Süreyya Önder'in iş makinalarının önüne geçip yıkımı durdurması geliyor. Polis barikatını geçişi ve herkesi tepki koymaya çağırması umarım diğer vekillerimize de örnek olur. Bir ağacın milletvekili denen insandan daha değerli olduğunu haykırması herkesin zihninde yer eder umarım. Diğer tepkiyse eski kültür bakanı Ertuğrul Günay'dan geldi. Bu uygulamaları gerçekleştiren siyasi otoritenin içinden biri olarak samimiyeti sorgulansa dahi verdiği 'Fethin yıldönümünde İstanbul'da AVM yapmak için 75 yıllık ağaçları kesmeye kalkanlar, ne Fatih'i anlamışlar ne de Yaradan'ın emrini!' demeci bence saygıyı hak ediyor.  

Vampirler de Bozdu Arkadaş


Vampir sektörü edebiyatta ve sinemada her zaman güçlü bir korku simgesi olarak kullanılmıştır. Kendi içinde kökenlerini, tarihçesini, mitolojisini yaratmış karakterlerdir. Vampirleri diğer korku ögelerinden ayıran en büyük fark ise diğer canavarların aksine sofistike, karizmatik ve çok zeki yaratıklar olmalarıdır. Bu özellikleri sayesinde korku ve tiksinmenin yanı sıra hayranlık duygusu da uyandırmışlardır. Bir Nosferatu olsun bir Kont Drakula olsun tüylerimizi diken diken etse de bir yandan da içten içe saygımızı ve hayranlığımızı kazanmış şahsiyetlerdir. Günümüzde işin bu hayranlık boyutuna fazlasıyla odaklanılması sonucu yeni nesil vampirler işgal etti her yeri. Yakışıklı, karizmatik, zengin, sevecen vampirlerden geçilmiyor piyasada. En net örneğini de Twilight denen seride görüyoruz bu dejenere vampirlerin. Bu serinin dünya çapında patlama yapmasından sonra da, gözünü para hırsı bürüyen ticari mekanizmaların  her köşe başında ışıl ışıl, iyi aile çocuğu vampirler peydahlamaları uzun sürmedi tabi.Ama vampir böyle bir şey değil arkadaşlar. Güneşte parıldayan, depresif ergen liseli gibi takılan, altına babasının çektiği arabayla cool cool takılan Bilkent bebesi gibi vampir olmaz. Yeni bir film çekseler, Dracula abimiz kalksa tabutundan, 'Vampirliği de ayağa düşürdünüz lan' diye vursa odunu beline beline bu parıldayan oğlanların. Bence baya bir gişe de yapar. Hem biz rahatlamış oluruz hem onlar gene para kazanmış olur.


Bu konu hakkında zaten o kadar yazıldı çizildi, nereden çıktı şimdi bunu yazmak diyebilirsiniz. Milli Gazete diye muhafazakar sağ görüşlü bir gazete var ülkemizde. Onda çıkan bir haberi gördüm bugün internette. Bu gazete de aynı benim gibi yani nesil vampirlere tepkili fakat onların kafa farklı bir yerde. Bu şirin vampirlerle insanların ilgisini çekip sonra onlara karşı korunma yöntemi olan haçı kullanarak misyonerlik yaptıklarını iddia etmişler. Ya Twilight'ın yaptığı misyonerlikle hristiyan olunacaksa zaten çok fazla bir şey söylemeye gerek yok. Aşırı paranoyaklık yapılıyor gene her zamanki gibi. Nosferatu abimiz olsaydı böyle haberler yapamazlardı bence. 

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Da Vinci's Demons'a da Ayar Verelim



Ya arkadaş ne kadar huylu milletiz. Osuruktan nem kapmak diye bir tabir vardır ya bize cuk oturuyor. Muhteşem Yüzyıl polemiklerinden anca ufak ufak kurtulmuşken düşman ilan edilecek yeni bir dizi bulduk hemen. Bu sefer ufkumuzu bir hayli genişlettik ama. Dünyadaki yapımları taramaya başladık var mı ecdadımıza bir hakaret durumu diye. Olmaz olur mu? Leonardo da Vinci denilen gafilin anlatıldığı kurgusal hikayede neler var neler. Kafadan ilk bölümündeki Türk karakteri sebebiyle davalar açsak da sürüm sürüm süründürsek hepsini. Dizideki Türk afyon takılıyor, bir de inanır mısınız müslüman değil. Hemen ayar vermek lazım. Nasıl böyle gösterirler Türkleri? Bizim ecdadımızda uyuşturucu müptelası bir tek adam bulunmaz çünkü, bulunamaz. Müslüman olamamak ne demek. Bugün bile dindar bir nesil yetiştirmekken en büyük gayemiz kutsallar kutsalı ecdadımızda hayatta olmaz böyle şeyler. İlerleyen bölümlerde iş iyice çığrından çıkıyor zaten. Ecdadımızın azılı düşmanı Kazıklı Voyvoda bizim için ağza alınmayacak sözler söylüyor. Halbuki düşmanda olsak adamın 'Saygıdeğer Türk milleti azıcık tadımı kaçırdı bugünlerde' tarzı demeçler vermesi gerekliydi. Gerekli tepkiyi millet olarak ivedilikle vermeliyiz. Başbakanımız çıkıp açıklamalar yapmalı, savcılarımız hemen hakaret davaları için çalışmalara başlamalı.

İyi ki katolik bir millet değiliz diye de düşünmüyor değilim. Dizide papaya, kiliseye karşı takınılan tutuma bakacak olursak yer yerinden oynardı ülkede. Meydanlarda yüzbinler toplanır hep bir ağızdan Ave Maria söylerdi. 'Kanımız aksada zafer Katolikliğin' diye sloganlar atılır, dizinin yapımcılarına karşı bir haçlı seferi başlatmalı mıyız diye televizyonlarda günlerce tartışırdık.

Allah herkese gerçekle kurguyu ayırabilecek zihinsel yetenekleri nasip etsin diyerek susuyorum.
(Ama adamlar güzel dizi yapmışlar, seyredin bence)




26 Mayıs 2013 Pazar

Ankara'nın Sembolü Sallama !


Yıllarca Ankara'da tartışma konusu olmuş bir durumdur bu. 20 yıla yakın bir süre boyunca Ankara'nın amblemi ne olmalı diye tartışmalar sürmüş, amblemler belirlenmiş, davalar açılmış, davalar kapanmıştır. Ankara'nın sembolleri arasından seçim yapmak sıkıntılı bir sürece dönüşmüştür. Kedisi diyen çıkmıştır ona karşı keçisi diyenler bastırmıştır. Kocatepe camisi diyenleri Anıtkabir'ciler püskürtmüştür. Sıhhıye' deki geyik figürlü güneş kursunu örnek verenlere antitez Atakule tarafından yükselmiştir. Ve hala Ankara'nın ambleminin ne olacağına dair herkesi tatmin edecek bir sonuç ortaya çıkmamıştır.

Bu konuyu tartışan kişilerin kariyerlerini, karakterlerini, yeterliliklerini tartışmıyorum elbette. Aralarında akademisyenler, siyasetçiler, sanatçılar gibi donanımlı bireyler var. Benim sadece naçizane bir önerim var. Ankara'da günlük hayatın her anında karşınıza çıkabilecek, bazı şahıs ve grupların saplantı derecesinde sempati ve bağlılık duyduğu, vücutlarının herhangi bir uzvu gibi gördükleri bir olgu var Ankara'da. Günlük rutinleriniz esnasında her an karşılaşabileceğiniz ve hedef olabileceğiniz bir gerçektir sallama. Maça gittiğinizde, bir barda bira içerken, Kızılay'da dolanırken, okulunuzun bahçesinde kahvenizi yudumlarken ve son örnekte olduğu gibi öpüşürken. Japonya'da samuray kılıcı neyse Ankara'da sallama odur. Ama arada büyük bir fark vardır. Japonya'daki kılıç şeref, onur gibi yüksek değerleri sembolize ederken, Ankara'da sallama şerefsizlerin silahı olmuştur.

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Bir Koalanın Ütopyası

Üstümde bir ağırlık var. Sanki herşey üzerime üzerime geliyor. Gündem denen kavram boğazına oturmuş bir öküz gibi kalk desem de kalmıyor. Bir gün bombalar patlıyor ertesi gün bombaları unutturmak için bilumum yasaklar devreye giriyor. Çirkin şehirler üstüme üstüme geliyor. Anlayışsız, tahammülsüz insanlar kronik bir nasır gibi ne yapsan kurtulamıyorsun. İnsanlarımızdan şikayetçiyiz, hiçbirşeyi takip etmiyorlar, okumuyorlar, izlemiyorlar diye. Reyhanlı deniyor ben buranın yabancısıyım cevabı alınıyor. Ama bir yandan da hak veriyorum onlara bu kadar çok çirkinliği, sıkıntıyı her gün her gün okusa, izlese yürek mi dayanır can mı dayanır. Gün boyu gündem denen kaosu yutup sindirmeye çalışsa da gece gözüne uyku girmez insanın. Uykusu kaçtı diye çıkıp bir ufak alıp kafayı cilalamaya, belki sonrasında uyurum diye düşünmeye kalksa o da yasak artık. Sinir hastası olur insan.



Uyuyamadığım zaman hayal kuruyorum ben artık. Ülkeyi, gündemi, politikayı, hayatı unutmak için hayaller. Başka bir ülkeye gidiyorum geceleri. Daha doğrusu ülkemizin farklı bir versiyonuna. Bu Türkiye'nin en temel farkı meclisi oluşturanlar, ülkeyi yönetenler. Cumhurbaşkanımız ressam, başbakanımız yazar, meclisimiz de heykeltraşlardan, yönetmenlerden,tiyatroculardan, bestecilerden yani sadece sanatçılardan oluşuyor. Hemen önyargıyla yaklaşmayın. Benim meclisimdeki sanatçıların hepsi günümüzde sanatçılarla toplumun arasına o şuursuz mesafeyi koymuş olan o yüksek egolarından arınmış durumda. Meclis oturumlarının sonunda vekillerimizi bir kafede, bir barda insanlarla oturmuş kahvesini, birasını yudumlarken tatlı bir sohbet içinde görmek o kadar sıradan bir durum ki. Bu mecliste çıkarılan anayasa bir edebiyat şaheseri, planlanan şehirler bir sanat eseri. Mecliste yapılan bugüne kadarki en büyük tartışma şehirleri heykeltraşların ele geçirdiğiyle ilgili ufak bir serzeniş. E adamlar ne yapsın şehir estetiğiyle en alakalı sanat dalı onlarınki. Heryer heykellerde dolu, ciddi estetik kaygılar güden mimarlarımızın yaptığı binaların dış cephelerini ressamlarımız renklendirmiş. Ders kitaplarını edebiyatçılarımız eğitimcilerimizle işbirliği içinde yazıyor. Sokaklarda muazzam bestecilerimizin müzikleri eşlik ediyor insanlara yürürken şehrin gürültüleri yerine. Ülkenin zengin ve köklü ailelerinin her biri sanki bir Medici. Ve belki de en önemlisi zamanında iktidarı ele geçiren herkesin silah olarak kuşandığı yanlı hukuk kuralları yok. Hukukta sanatı ve sanatçıyı alenen aşağılamaya dair bir ceza yok. Yani biri bir sanat eserine ucube de dese sadece gözlerde kınama ve cehaletinden dolayı acınmayla karşılaşıyor. 

Ve sonra uyanıyorum.....

(Not: Bu hayalin küçük ölçekli bir versiyonunu yaşamamızı sağlayan Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen'e saygılar.)

23 Mayıs 2013 Perşembe

Biz Sadece Bizden Olanlara Sahip Çıkarız


Yukarıdaki karikatür Fazıl Say'a verilen mahkumiyet kararının ardından Penguen dergisinin kapağında yayınlanmıştı. O olayın akabinde toplumda ve basında geniş çapta tepkiler oluşmuş ve dile getirilmişti hatırlayacağınız gibi. Fazıl Say twitter'daki bir yazısı sonucu dini değerleri aşağılamak suçundan 10 ay hapis cezasına çarptırılmış ve çoğu kişi bunun haksızlığını dile getirip 'Beni de Fazıl say' sloganıyla ortaya çıkmıştı. Bu insanların arasında dini değerlere gerçekten saygı duyan insanlar da vardı ve olayın absürdlüğünden dem vuruyorlardı. Bu aşağılanmaya karşı aşırı tepki maalesef müslümanlıkta çok yaygın. Dünyanın bir ucunda bir karikatür yapılır diğer ucunda olaylar çıkar. Bunun gibi birçok örnek var. İnsan, bünyelerdeki aşağılık kompleksinden mi kaynaklanıyor acaba diye düşünmeden edemiyor. Kim ne derse desin, ne yazarsa yazsın senin inancın aşağılanmış olmaz, değerinden birşey kaybetmez. Bunu netleştirmemiz lazım önce kafalarda.

Fazıl Say örneğinin benzeri bir durum da bugünlerde gene yaşanmakta. Türkiye Ermenisi gazeteci-yazar Sevan Nişanyan Hz. Muhammet'e hakaret ettiği gerekçesiyle 1 yıl 45 gün hapis cezasına çarptırıldı. Gene sorgulanası bir karar. Olayın ilk boyutu dini değerleri aşağılamak diye bir suç varsa eğer neden sadece bu suçun cezası müslümanlığı aşağılayanlara uygulanıyor? Diğer dinler ve inançlar hakkında her gün benzeri demeçleri siyasetçilerimiz, halkımız, gazetecilerimiz veriyor. Diğer inançların kutsallığı yok mudur? Senin için olmayabilir belki ama inananları için de onlar kutsaldır. Bu durumu artık kanıksadık diyelim. Tek kutsal olanın, aşağılanmaması gerekenin bizim inançlarımız olduğuna dair genel bir kanı oluştu diyelim toplumumuzda. Ama benim asıl merak ettiğim mevzu şu. Fazıl Say olayında haklı şekilde tepki gösteren onlarca yüzlerce insan nerede? Haksızlıklara karşı sesimizi yükseltirken ayrım mı gösteriyoruz diye bir düşüncenin aklıma gelmesi bile üzüyor beni. Ama ister istemez Sevan Nişanyan'ın yanında destek veren aynı kitleyi göremeyince, bunun temelinde ırksal nedenler mi var diye bir düşünceyi de aklımdan atamıyorum. Ne de olsa biz bizden olmayanları pek sevmiyoruz. İsmi slogan yaratmaya Fazıl Say kadar uygun olmasa da en azından 'Beni de Sevan say' demek bu kadar mı zor?


22 Mayıs 2013 Çarşamba

Yiyişmeyin Gençler !!!



Ankara'dasın. Sabah kalkmış evine en yakın istasyon olan Kurtuluş'tan Ankaray'a binip işine gücüne, okuluna falan gideceksin. Ama acayipliklerin  milli sporumuz haline geldiği canım ülkemizde bir anonsla gününüze renk katmak isteyen görevliler her yerde. Görevi güvenlik kameralarını izleyerek herhangi bir güvenlik sorunu olduğunda müdahale edilmesini sağlamak olan görevlimiz 'Sayın yolcularımız lütfen ahlak kurallarına uygun hareket ediniz' diye patlatıyor anonsu. Vay arkadaş. Ne ahlaksızlık dönüyor ortada da bu anonsu yapma gereği duydun. Tabi ki bu durumu haklı çıkaracak bir savunmaları da var. Metronun kameralarında uygunsuz görüntüler veren gençler için yapılıyormuş. 

Şimdi bir düşünelim. Bir metro durağındasınız. Etrafınızda bir sürü sizin gibi metroyu bekleyen insan var. Ne kadar azmış olsanız ne kadar rahat, geniş ve fütursuz olsanız dahi en fazla ne yapabilirsiniz ki. O kadar insanın arasında bacak omza yapacak haliniz yok ya. En fazla sevgililer birbirine sarılmış, öpüşmüştür ve bu durumunda ahlaki bir sorun teşkil etmemesi gerekir normal şartlar altında. 'Aman allahıııııııım !!! Fuhuş yapıyorlaaaaaaaaaaar!!!' tadında bir reaksiyon gösteren ve anonsu yapan bu arkadaşımızı şuursuzluğundan ve  dangalaklığından dolayı tebrik ediyorum ve Yılın Ahlak Bekçisi ödülüne aday gösteriyorum. Kadının saçının telinden tahrik olan bir zihniyetin, sadece eşini, dostunu, akrabasını işe aldığı yerlerde bunların olması da kaçınılmaz bir yerde.

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Sahtecilikte Uzay Türkler


Sahtekarlık allah vergisi bir yetenek mi yoksa sonradan havasından suyundan mı kapıyoruz bilmiyorum ama bu memlekette en gözde iş kollarından biri. Millet olarak pek bir hevesliyizdir sahte belge düzenlemeye falan. Baya da gelişmiş durumdayız bu işte. Haberlerde ne kadar çok rastlamıyor muyuz sahte diplomayla doktor, öğretmen, müdür falan olanlara. Bizde en son patlayan ve en çok ilgimizi çeken olay herhalde bu senenin başlarında ortaya çıkan Cuma Aydın olayıdır. Hatırlarsanız abimiz açıköğretimi yarıda bırakmasına rağmen kendine güzel bir diploma hazırlayıp Kastamonu Üniversitesi'nde hoca olmuş ve sonrasında bölüm başkanlığına kadar da yükselmişti. Hırsının kurbanı olup daha sonra başka bir üniversiteye daha başvuru yapmasaydı belki de hiçbir zaman bu olay ortaya çıkmayacak Cuma beyde emekliliğe kadar üniversite hocalığının ekmeğini yiyecekti.
Bu konudaki son üstadımız ise gerçekten sınırları zorlamış. Serkan Anılır isimli bu arkadaş 2003 yılında dünyanın en iyi üniversitelerinden olan Tokyo Üniversitesi'nde doktora tezini veriyor. Üniversitede yardımcı doçentliğe kadar yükseliyor. Güzel, gururlanılası bir başarı hikayesi gibi duruyor dimi. Ama tabi bir yerden sonra bu başarılı arkadaşımızın da balkabağına dönüşmesi gecikmiyor. Yazdığı doktora tezini ordan burdan arakladığı ortaya çıkıyor. Buraya kadar gene sıradan bir intihal olayı gibi görünse de devamı insana pes dedirtiyor. Serkan bey photoshopla yukarda gördüğünüz resmi yapıyor ve Nasa'da 2 yıl astronotluk eğitimi aldığını iddia ediyor. Kendini Nasa'ya tavsiye eden de Türk Hava Kuvvetleri komutanıymış. Mezun olduğunu iddia ettiği İTÜ ve Illinois Üniversitesiyle hiçbir bağı olmadığı ortaya çıkıyor. Japon Uzay Fiziği Departmanı başkanı olduğunu söylüyor fakat öyle bir departman bile yok :) Üstüne üstlük muazzam bir de sporcu kendisi. Türk milli kayak takımıyla olimpiyat şampiyonu da olmasın mı arkadaş. Olsun tabi ondan da eksik kalmasın. Bu hikaye böyle daha bir sürü örnekle uzayıp gidiyor. Hayal gücünün sınırı yok tabi attıkça atıyor.  Bugüne kadar hiç mi kimse sana çıkıp 'Atma Serkan din kardeşiyiz' demi demedi be birader. Bütün bu olayların üstüne çıkıp bir de pişkin pişkin zaten Tokyo Üniversitesinden ayrılmaya daha öncesinden karar verdiğini söylüyor. Bir nevi sen beni kovamazsın ben istifa ediyorum sendromu. Sen beni güldürdün allah da seni güldürsün Serkan ne diyim. 

Sadece TOKİ'ye Mimar Yetiştirelim


Ülkede herşey zıvanadan çıkmış gibi görünse de insan üniversitelere yani bilimin egemen olması gereken, hoşgörünün en üst düzeyde yaşandığı ve korunduğu kurumlara güvenini kaybetmek istemiyor. Ne de olsa bilim adamları tarafından yönetilen, araştırma ve gelişim amaçlı bu kurumların toplumda oluşan önyargıların üstünde bir duruş sergilemesini bekliyoruz. Ama maalesef bu kurumlarımız da beklentilerimize cevap vermekten bir hayli uzak kalıyor. Gün geçmiyor ki bir üniversitemizden gelen yeni bir skandal haberi olmasın.

Bu konuda son olarak gündemi eline geçiren kurumumuz Gazi Üniversitesi. 4-5 gün önce bu okulumuzun Mimarlık Fakültesi'nde gerçekleşen olayları gazetelerde okuduk. Mimarlık 1. sınıf öğrencileri gerçeğine uygun bir kilise maketi hazırlıyor. Tabi hemen ertesinde bilimin ve düşüncenin savunucusu olması gereken akademisyenlerden 'Neden cami maketi değil de kilise maketi hazırlıyorsunuz?' şeklinde tepkiler yağmaya başlıyor. Bunun sonucunda oluşan baskıya dayanamayıp sonuçta o maket parçalanıyor. Bunun devamında ne toplumda ne de herhangi bir kurumda bu durumu kınayıcı bir tavır oluşmayınca bu saygın fakültemiz hızını alamayıp bu sefer de fakülte binasının dış cephesindeki süslemelerde gizlenmiş Davut yıldızları görüp bunları alçıyla kapatıyor. Sürekli topraklarımızdaki hoşgörüden, her inanca saygıdan ve ırkçılığın asla olmadığı savunulan bu günlerde aslında ne durumda olduğumuzu göstermesi açısından vahim bir örnek teşkil ediyor bu durum.

Bu fakültede ve diğer mimarlık fakültelerinde okuyan mimar adayı arkadaşlarımızı uyarmak isterim. Eğitim hayatınızda ve ileride iş hayatınızda başarılı olmak istiyorsanız maalesef ülkemizde uymanın gereken kriterler var. Bütün dünyadaki mimari stilleri, mimari mirası, farklılıkları bir kenara bırakın. Sadece Toki mimarisini örnek alıp, yüksek lisansınızı da camiler üzerine yaptınız mı bu ülkede Allah size de 'Yürü ya kulum' diyecektir.

19 Mayıs 2013 Pazar

Biri Bize Çüş Desin



Millet olarak pek bir histerik davranır olduk sanki. Herşeyin bokunu çıkartmakta üstümüze yok maşallah. Sevincimiz, üzüntümüz, kızgınlığımız, övmemiz,yermemiz. Hepsinde ipin ucunu kaçırmakta çok yetenekliyiz. Her seferinde artık bu son, daha fazlası olamaz dedikçe; pat biri çıkıp çıtayı yükseltiyor.

Geçenlerde yaşanan bir olay farklı bir kulvarda da yeni bir eşik yarattı. Bakan Recep Akdağ'ın ayakkabısının tozunu almaya kalkan valimiz bu yıl Dalkavukluk Nobel'ine aday gösterilir bence. Hayır hadi bu valimiz şuursuzca böyle bir girişimde bulundu, kimse de kalkıp refleks olarak 'Napıyon a... k...?' demedi mi bu adama orada? Ne bileyim şahsen ben olsam tutamazdım herhalde kendimi öyle bir görüntünün karşısında. Sonra tabi hemen özür dilerdim. Karşındaki adam koskoca vali ne de olsa, öyle 2 bira alıp içtiğin arkadaşın değil. 

Sonra bir de milletvekillerimize kızıyoruz meclisten kendileri için çıkarttıkları yasalar yüzünden. Adamların hiçbir suçu yok valla. Bu sadece o valimizle alakalı bir durum da değil. Bürokrasinin her kademesinden üst düzey insanların çoğunun davranış biçimi bu. Ne yalan söyleyeyim koskoca kerli ferli vali bana da böyle davransa bende kendimi padişah zannederim. Vekillerimize bir tavsiye; meclisteki bütün çalışmalarını bir kenara koysunlar, yalakalığın üst sınırını belirleyecek bir yasa çıkarsınlar. Bu üst sınır çizilirse en azından kendileri de suni yanılsamaların pençesine düşmeden yerlerini bilirler.      

Çıplak Erkek Olmamış Beyler

 Femen adındaki kadın aktivist grubuna artık hepimiz aşinayız. 2008'de Ukrayna'da kurulduktan sonra öncelikle kendi ülkelerinde yaptıkları eylemlerle, sonrasında da bütün dünyaya yayılmasıyla ilgi odağı olmuş bir grup. Cinsiyet ayrımı odaklı başladıkları eylemlere, daha sonra uluslararası bütün sosyal eşitsizliklere ve sorunlara yönelerek devam ettiler. Grubun alamet-i farikası ise çıplak vücutlarına yazdıkları yazılardır. Haliyle Ukraynalı güzel kadınların çıplak bir şekilde yaptıkları eylemler kolaylıkla dikkat çekiyor.



Fransa'da Femen'den esinlenen yeni bir grup ortaya çıktı, ismi Hommen. Her ne kadar eylem şekli olarak benzese de arada ciddi farklar var. İlk olarak zaten kafalar çok farklı. Hommen grubunu Fransa'daki aşırı sağcı erkekler oluşturuyor. İlk eylemlerini de Fransa'da eşcinsel evliliğin onaylanması üzerine tepki olarak yaptılar. Olmamış beyler. Sanki bir ince görüntü kirliliği yaratmışsınız. Kabul etmeniz lazım Femen her türlü daha güzel :) Ama gene de haklarını vermek lazım. Aşırı sağ düşüncenin genlerinde yer alan kısırlığa sempatik bir çeşni katmışsınız.



18 Mayıs 2013 Cumartesi

Vazgeçmek


Vazgeçmek ne kadar kolay. Ardını, ötesini berisini düşünmeden kendini bırakmak. Hayatta hepimiz herhalde en az bir kere bunu yapmak istemişizdir. Neden vazgeçtiğimizin ya da vazgeçmeyi düşündüğümüzün bir önemi yok ki. Her ne olursa olsun bunları düşünmemizi sağlıyorsa, hayatımızın önemli bir noktasını oluşturuyor demektir. 

Nedir en büyük vazgeçiş. Hayatımız herhalde. Bize çocukluğumuzdan beri hayatımızın kutsallığından bahsedilir, kendi hayatına son vermenin en büyük günah olduğu anlatılır. Hayatın anlamından bahsedilir havada kalan açıklamalarla. Bu sanki dünyanın ortak bir noktada birleşip uyguladığı en büyük propaganda gibi. İnsan doğasında intihara meyilli bir varlık da, yıllarca hatta yüzyıllarca özellikle semavi dinler tarafından bunun önüne geçilmesi için uygulanan büyük bir propaganda. Hepsi aynı şeyi söyler; kendini öldürenin bir cenaze töreni bile olmaz, cehenneme de birinci sınıf bilet kazanır tabi.

Bugüne kadar bala göte de olsa ölmeden gelebildim. Bu süreç içinde kendimden vazgeçmeyi düşündüğüm anlarım olmadı mı? Ziyadesiyle. Fakat beni bunu yapmaktan alıkoyan şey asla günah ya da cehennem korkusu olmadı. Ki bu kavramların bir zaman sonra mitoloji derslerinin konusu olacağına inanıyorum. Beni bundan alıkoyan şey her zaman giderken bile birilerinin mutsuzluğuna sebep olmama isteğiydi. Gerçekten benim kendimden vazgeçişimin beni seven insanlara bir travma yaratmayacağını bilsem çoktan giderdim. Ama beni seven, beni düşünen insanlar olduğu sürece benim vazgeçişim, kendimden vazgeçmekten vazgeçmektir.

17 Mayıs 2013 Cuma

Dr. House Blues Yaparsa


Hugh Laurie'yi çoğumuz House MD dizisiden tanıyoruz. Muazzam bir oyunculuk, ayrı bir yetenek. 8 sezon boyunca oynadığı dahi doktor karakteriyle dizi tarihinde sağlam bir yer edindi. Diziyi seyredenler bilir, House'ın evinde bir piyanosu ve gitarları vardır. Bazı sahnelerde bize ufak performanslar sunmuştur bu entrümanlarla. Ama Hugh Laurie'nin müzikle olan bağı sadece dizideki bu kısa parçalarla sınırlı değilmiş. Doktorumuz Amerika'da blues denince akla gelen ilk yerlerden olan New Orleans ritmleriyle hepimizi ince ince okşuyor. Let Them Talk isimli albümle ciddi anlamda zevk titreşimleri oluşturuyor bünyede. Bir şeyler yazarken ya da okurken dinlemekten acayip keyif aldığım bir albüm çıkmış ortaya. Aynen şu anda olduğu gibi. İzmir'de yağmurlu bir hava, camlar açık ince bir rüzgar esiyor, yağmurun sesine eşlik eden Hugh Laurie 'Baby, you don't know my mind' derken yazmayı da daha keyifli bir hale getiriyor. Dinlenesi, öpülesi, sevilesi bir çalışma. Dr. House'ın blues'a yönelişine şapka çıkarmaktan başka birşey kalmıyor bize de.

Nereye La ?



Bugün Behzat Ç. final yapıyor. Son yıllarda bir fenomene dönüşen dizi artık bitiyor. Dendiği gibi her güzel şeyin bir sonu var tabi. Ama heyecan bir ince de olsa devam edecekmiş. Finalden sonrası için bir de film projesi var. Önümüzdeki sene vizyona girmesi planlanıyormuş. İşte asıl veda ondan sonra olacak.

Tamam güzel dizi, heyecanlı, sürükleyici falan filan. Fakat Behzat Ç.'yi farklı kılan şey bunların dışında. İlk olarak televizyonlarımıza hakim olan, başını Birol Güven dizilerinin çektiği, evli,mutlu,çocuklu dizi kafasının çok dışında durması. Sonra dizi sektöründe hakim şehir olan İstanbul dışında, özellikle herkesin sıkıcılığından, griliğinden dem vurduğu Ankara'da da muazzam malzeme ve hikaye olduğunu göstermesi. Bunu yaparken sözünü sakınmaması ve hatta bazen medyada topluma sunulmaması için yoğun çaba harcanan olayları herkese göstermesi Behzat'ın neden bir fenomene dönüştüğünü anlamamıza yeter de artar bile. Herkesin içinden geçen küfürleri fütursuzca savurması da cabası.

Herkesin eline sağlık. Senaristinden yönetmenine, oyuncusundan set ekibine. Ortaya çok güzel bir iş çıkardınız. Final yapıp giderken herkesin verdiği tepki  'Nereye La ?'

16 Mayıs 2013 Perşembe

Çirkinliklere İhtiyacımız Var



Bu da nereden çıktı diyebilirsiniz. Neden çirkinliklere ihtiyacımız olsun ki.Şu anda evimin balkonundayım. Elimde kahve, bir sigara yakıp İzmir Körfezi'ni seyrediyorum. Gerçekten güzel bir görüntü. Sabahları uyanıp yataktan çıktığım anda gün ışığında parıldayan denizi görmek bir huzur veriyor insana. Sanki daha pozitif bir dünyaya uyanmışsın gibi. 
Ama bu akşam manzarayı izlerken içimde bir his oluştu. Sanki bir pislik var gibi. Güzel şeylerin içimizde olumlu hisler doğurması normal. İnsan doğası gereği güzele yönelir.Ama acaba bu dönemde bu iş biraz çığrından mı çıktı. Hepimiz güzelliğin büyüsüne kapılıp toz pembe kafalar peşine düşerken, dünyamızdaki çirkinlikleri göz ardı ediyoruz sanki. Bu bir manzara da olabilir bir insan da. Bir bina da olabilir bir araç da. Keşke gerçekten dünyamız tamamen güzelliklerden oluşsa da hiç bunları düşünmeye gerek kalmasa fakat maalesef dünyamızın ağır basan tarafı çok çirkin. Kimseye güzele odaklanmaktan vazgeçin demiyorum fakat dünyamızdaki çirkinlikleri de unutmasak iyi değil mi? Çocuklarımızı severken, sokaklarda yaşayan aç bilaç kir içindeki çocukları da unutmasak. Güzel evlerimizde yaşarken, tenekeli vb. adlandırılan mahalleleri de es geçmesek. Lüks restoranlarda yemek yerken, bir lokma ekmek için çöpleri karıştıranları aklımıza getirsek. Son model silahlarımızla övünürken, onların vurdukları ya da vuracakları yerleri de bir düşünsek. 
Evet başlıkta çirkinliklere ihtiyacımız var demiştim, daha doğrusu bütün çirkinlikleri yok etmeden bu çirkinlikleri asla aklımızdan çıkarmamaya ihtiyacımız var. Ya da dünyanın büyük bir bölümünü çöpe atıp güzellikleri sadece belirli kişilerin ulaşabileceği bir noktaya koyacağız. 

Militarizmi Reddediyorum !



Dün yani 15 Mayıs Dünya Vicdani Ret günüydü.18 yıl önce 15 Mayıs 1995'te Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun vicdani ret hakkını tanımasının yıldönümüydü. Çoğunuzun bundan haberi dahi olmadığını tahmin ediyorum.Bilinmemesi de çok normal. Çünkü vicdani ret kavramı çok hoşlarına gitmediği için televizyonlarımız,gazetelerimiz çok bahsetmez bu durumdan. Buna rağmen görmesek de duymasak da yıllardır ülkemizde bu insan hakkını elde etmek için çabalayan insanlar var. En basit anlatımıyla bireyin politik, ahlaki, dini vb. nedenlerle zorunlu askerliği reddetmesidir bu kavram. Nedenler çoğaltılabilir tabi. 
Avrupa'da bu hakkı vermeyen nadir ülkelerden biriyiz. AİHM kararlarına rağmen bu hakkı çıkartmamakta direniyoruz. Hep bahanelerimiz var. Ülke olarak düşmanlarımız var, terör var, ortadoğu çok karışık vb. vs. Peki bu bahsedilen sebepleri hiç derinlemesine düşünüyor muyuz? Bunların kaçı gerçek, kaçı bir şekilde oluşturulan sorunlar? Bu sorunların varlığından kimler ekmek yiyor? Bu paranoyak toplumun yaratılması yurtiçi ve yurtdışında kimlerin işine yarıyor? Bütün bunları sorgulayıp, üstüne gidip bu sorunları ortadan kaldırmadığımız sürece Türkiye'nin her zaman ölmeye ve öldürmeye hazır milyonlarca gence ihtiyacı olacak. 
Artık duralım lütfen. Sadece Türkiye olarak değil bütün dünya olarak 20 yaşındaki gencecik çocuklara ölmeyi ve öldürmeyi öğretmekten vazgeçelim. İnsanlara yaşamayı öğretelim. Vatansever ve milliyetçi duyguları körükleyerek etrafta düşmanlar yaratıp, onların yok edilmesine dair eğitim vermek yerine hayatı sevmeyi, kim olursa olsun yaşama saygı duymayı öğretelim. Bizim gibi düşünmeseler de, yaşamasalar da her hayatın kutsallığından bahsedelim.
Unutmayalım ki körüklenen milliyetçi duygularla, vatan savunması duygusuyla askere giden her çocuk,kullanılan her silah, ölen ya da öldüren her asker, savaşılan her düşman, kazanılan ya da kaybedilen her savaş sadece ve sadece tek bir işe yarıyor. Savaş endüstrisinin kar marjı tablolarındaki artan istatistiklere.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Okumadan Olmaz Ki

Bunun serzenişini buradan yapmak doğrusu bana da çok mantıklı gelmiyor. İnsanların okumaması hakkındaki sıkıntılarımın ve okumalarını rica edişimin bir yerlere yazılarak okunmasını beklemek belki size de komik geliyordur. Ama gerçekten durumumuz içler acısı. On binde bir kişinin kitap okuduğu bir toplum olarak her gün saatlerimizi televizyon karşısında geçirirken yılda okumaya sadece 6 saat ayırmamız sizin içinde korkunç değil mi? Ülkenin en çok kitap basan kurumunun ders kitaplarını basan MEB olması bile halimizi anlatmaya kafi bence. Bunun nedeni nedir,kimdir,niye böyle gidiyor hiç umrumda değil. Burada amacım bir sorumlu bulmak ya da birilerini suçlamak değil. Sadece artık bir şeylerin değişmesi gerektiğine olan inancımı dile getirmek.

Kitap okumak bir çok kişiye zaman kaybı olarak görünse de aslında bize kattığı şeylerin bir çoğunu çok daha fazla zaman harcasak da elde etmemiz pek mümkün değil. Burada size kitap okumanın faydalarını yıllarca anlatılan şekliyle maddeler halinde saymayacağım. Ki belki de kitaptan soğutan sektörlerden biri de budur. Birşeyleri maddelemek genelde mesafeli bir tavırla karşılanır. Sadece şunu söylemek istiyorum. Son dönemlerde yaşanan şiddet olaylarından hepimize gına gelmiş durumda. İnsanlar karşılarındaki kişilere karşı muazzam bir tahammülsüzlükle yaklaşıyor. İşte okumak burada devreye girer. Kitaplarda hayatta karşılaşabileceğimiz her tür kişiyi ve durumu bulabiliriz. Ve okuduğumuzun benzeri durumlarla hayatta karşılaştığımızda hissettiğimiz aşinalık duygusu verebileceğimiz çoğu olumsuz tepkinin dizginlenmesinde faydalı olabilir. Tek olumlu yanı bu mudur? Tabi ki değil. Bazılarınız bunu saçma bile bulabilir fakat şahsen hayatım boyunca ziyadesiyle faydasını gördüğüm bir olaydır. Unutmayın okumak hayatı ve insanları öğrenmenin en kolay ve güvenli yoludur.
Dünya üzerindeki her duygu, düşünce, kavram, olay vb. kısacası herşey hakkında yazılmış onlarca kitap vardır. Hiç mi sevdiğiniz bir şey, ilgilendiğiniz bir şey yok. Bunlara yönelin, sevdiğiniz şeylerle başlayın zaten sonrasında okumanın tadını alınca farklı şeylere de yöneleceksiniz. Benim açıkçası tek endişem yazılan her şeyi okumaya ömrümün asla yetmeyecek oluşu.    

14 Mayıs 2013 Salı

Sorun Yaratan Adamlar Olmalıyız

Bazen sizde kendini laboratuvarlardaki labirentin sonundaki peynire ulaşmaya çalışan fare gibi hissetmiyor musunuz? Birileri önümüze bir amaç koyuyor ve bizde ömrümüz boyunca o amaca ulaşmak için çabalayıp duruyoruz. Daha bebekliğimizden itibaren koşullandırılmaya başlıyoruz. Sonra eğitim dediğimiz aslında sistemin sürekliliği açısından en etkili araç olan çarkın içine giriyoruz. Yıllarca çalış, test çöz, üniversiteye kas, onu bitir. Mezuniyetten sonra rahatlayacağımızı düşünsek de asıl sorun orada başlıyor.Bizleri istedikleri gibi programlamalarından çok da fazlasına yaramayan eğitim sisteminin sonuna geldiğimizde sudan çıkmış balığa dönüyoruz. Yıllarca kendimize, hayata dair hiçbir şey katmadan koşuşturduğumuzu farkediyoruz. Ama sorun değil çünkü zaten senden kendine birşey katmanı bekleyen bir sistem de yok ve sonrası için de seninle ilgili planları hazır zaten. Hemen iyi ya da kötü bir iş buluyorsun, çok geçmeden evleniyorsun ve kendini üreme sektörüne adıyorsun. Her sabah işe gidip akşama kadar eşek gibi çalışıyorsun. Ve bu yorgunlukla, sana kalmış gibi görünen akşam vakitlerinde de en fazla yapabileceğin aktivite televizyonun karşısında mayışmak oluyor. Tabi hala önüne konulan amaçlar mevcut yeni bir ev almak, arabanı yenilemek, daha fazla kazanmak ve daha fazla tüketmek. Çünkü sen tükettikçe sistem kendini daha da sağlama alacak şekilde üretmeye devam edecek. Unutma senin tek amacın tüketmek. Üretmeye gelince sadece sistemin işine yarayacak satılabilir materyaller üreteceksin. Sakın ola ki düşünce, fikir falan üretmeye kalkma çok sevmezler öylelerini. Düşünüyorsan da onların istediği gibi düşüneceksin,yazıp çizeceksin. Bütün bu koşullara uyduğun sürece çoğu insanın hayalini kurduğu yüksek standartlara sahip yaşamı elde etmen yüksek. Ama bu nasıl bir hayat  olacak? Senin istediğin hayat mı yoksa sistemin seni yaşatmak istediği hayat mı?

Evet nedense bunları çok fazla sorgulamıyoruz. Ki bizim ülkemizde sistemin kurallarının dışına bir adım bile atmadan ilerlesen dahi yaşayacağın hayatın bir garantisi yok. Buna rağmen sorgulamamak daha da irkiltici. Belki hayat standartlarının çok yüksek olduğu, çoğumuzun gıpta ile baktığı ülkelerde bu tip şeylerin sorgulanmamasını normal karşılayabilirsiniz. İşte asıl sorun burada ortaya çıkıyor. İnanır mısınız, dünyanın en ideal ülkelerinden biri olarak gördüğümüz Norveç'te bu sorgulanıyor. Hayatın programlanması, bireyin tek tipleştirilmesi, modern dünyanın huzurlu hayat tarifi, kişinin hep daha fazlasına sahip olmasının gerekmesi gibi dünyanın geneline yayılmış durumdaki algıları sorgulaması açısından şu filmi izlemenizi tavsiye ederim.

Sistemin yaratabileceği en mükemmel yaşama sahip gibi görünen Norveç'te böyle bir film yapılırken bizdeki derin sessizlik ve boyun eğiş tedirgin ediyor insanı. Tabi bütün bunlar benim hüsnü kuruntum da olabilir. Belki de Norveçlilere rahat batmıştır.

İçki Kültürümüzdür

Hangimiz efkarlandığımız bir anda bir dostun muhabbetini yanımıza yaren edip bir parça peynirin yanına rakımızı açıp kendimize gelmedik bu güne kadar. Ya da hangimiz kestiğimiz kızla konuşabilmek için 2-3 tane birayı yuvarlayıp yalancı bir cesaretin peşine düşmedik. Hangimiz akşam üstü serinliğinde rakıyla balığın dostluğundan feyz alıp kendi dostluklarımıza değer katmadık. O masalarda, o sofralarda kaç devlet kurtardık, kaç defa dünyayı değiştirdik, kaç defa kendimizi geliştirdik.Kaç muhabbetten ders aldık, kaç tenden can aldık.
Artık bize içkinin alkolün bizim kültürümüz olmadığı söyleniyor. Bizim hayatımızda, tarihimizde yeri yokmuş. Çok övündüğümüz Osmanlı atalarımıza baktığımızda büyük bir çelişki ortaya çıkıyor. Sıradan kulların zaten içtiğini biliyoruz fakat toz kondurmadıkları padişahlarımız da güzel keyifçi abilerimizdi. En korkulan padişahlardan Yavuz bir gece içki ortamında kafayı kurtardıktan sonra üzümden ilk şarabı yaptığı iddia edilen İran Şahı'na atfen şu dizeyi söylemiştir 'Üzümün kızının bekaretini Cem yok etti'.  
                                                      
                                                     

Meyhanelerin zaten oldukça yaygın olduğu Osmanlı'da sarhoş namıyla anılan bir padişahımız bile vardı. Kanuni'nin oğlu II. Selim. Onun döneminde içki serbestliği zirve yapmıştır. Bu konuda IV. Murad dönemi incelemeye değer en ilginç dönem olabilir. Murad kendi her türlü içmesine rağmen halka içkiyi, tütünü ve kahveyi yasaklayarak nam salmıştır. Kendisinin içmesinin dışında dönemini unutulmaz kılan iki şahsiyet vardır ki efsanedir. Bunların ilki tabi ki Murad'ın rakı içtikten sonra padişah olduğunu söylediği Bekri Mustafa'dır. Üstadın cevabı ise enfestir 'İki damla içtin kendini padişah sandın'. Diğeri ise daha da enteresan olarak şeyhülislam Zekeriyazade Yahya Efendi'dir. Dönemin şeyhülislamı olarak yazdığı şiir şudur 'Bırak mescitte ikiyüzlüler devam etsin riyakarlığa/Sen meyhaneye gel ki orada ne riya var ne riyakar'.Bu konuda çok fazla örnek var fakat fazla uzatmadan son olarak V. Murad'ın geceleri sık sık şair Namık Kemal'le içki ortamları kurdukları bilinmektedir. 
Fakat tabi ki bizim kültürümüz olduğunu iddia ettiğim şey sadece padişah hikayelerinden oluşmuyor. Kültürümüzün, birikimimizin oluşmasında büyük etkisi olan sanatçılardır. Mehmet Akif Ersoy'un damadı olan ilahiyatçı Ömer Rıza Doğrul yazılarını Sirkeci'deki Konyalı Lokantası'nda bir yandan içerek yazar ve İslam'ın içkiye izin verdiğini kanıtlamaya çalışırdı. Dönemim üstadı Neyzen Tevfik'in tükettiği rakı miktarını hepimiz bir araya gelsek içemeyiz herhalde. İçmeye başlamadan önce açlığını bastırmak için rakısı tasa döküp içine ekmek doğradığı gerçek midir yoksa bir şehir efsanesi midir bilmiyorum ama yaptıysa da yakışır. Şair Yahya Kemal ise sofrada adap konusunda dikkatiyle bilinir. Bektaşilerin ' Masaya nasıl oturdunuz ise öyle kalkınız' sözünü kendine düstur edinmiştir. Rakı şişesinde balık olmak isteyen Orhan Veli'den, sölediği bir kadehin üstüne bir kadeh daha rakı söyleyen Edip Cansever'e; rakılı ağzından öpmek en güzel diyen aziz nesin'den, Vardar Ovası'nı doğru şekliyle söyleyip rakı parası kazanamadığından dem vuran Müzeyyen Senar'a kadar sonsuz örnekler vardır.

                                                                    Neyzen Tevfik
    
Edebiyat, müzik, tarih vb. kültür dediğimiz kavramın oluşmasını sağlayan herşeyin içinde ve yaratıcılarının hayatında bu kadar yer eden alkol kültürü haliyle bizim kültürümüzde de yer etmiştir. Alkolün doğrudan ya da dolaylı faktör olduğu herşeyi tarihimizden çıkarırsak ne sanatımız kalır ne kültürümüz ne de tarihimiz. Sonuç itibarı ile;

Amanın, yine mi güzeliz
Yine mi çiçek
Hamdolsun!
Altınbaş kadehe yağ gibi dolsun                                               

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Beni Tahtımla Gömün





Antik dönemlere baktığımızda tarihte öldüğünde tahtı ile beraber gömülen birçok hükümdara rastlarız. Özellikle Antik Mısır döneminde ve Antik Yunan'da bunun uygulandığına dair kanıtlar mevcuttur. O dönemdeki hükümdar kavramına baktığımız zaman bu çok da yadırganmaması gereken bir durum. Çünkü dönemin hükümdarlarına bu yetkinin tanrı tarafından bahşedilmiş olduğuna hatta bizzat kendilerinin tanrı olduğuna dair geniş bir inanış hakimdi. Ve bu hükümdarlık sıfatının hayatları boyunca ve hatta ölümden sonra bile geçerliliği olduğuna inanılıyordu. Şu an yadırgayarak baktığımız çok da anlamlandıramadığımız bu gelenek  her ne kadar binlerce yıl öncesinde kalmış gibi görünse de günümüzdeki devlet adamlarında da böyle bir heves varmış gibi görünmüyor mu? Devlet kademelerinin en düşüğünden en yükseğine kadar oturdukları koltuklarına yapışmış kişilerle karşı karşıya değil miyiz? Utanmasalar onlar da beni koltuğumla gömün diyecek kadar ileri gidecekler. Normal şartlar altında trafik kazalarında bu kadar ölümün yaşandığı bir ülkede karayolları genel müdürünün, hastahanelerdeki rezaletler karşısında sağlık bakanının, bu kadar polis şiddeti yaşanırken emniyet genel müdürünün, bütün komşu ilişkileri berbat duruma gelmiş artı savaşa girmemize bir adım kalmışken dışişleri bakanının, yolsuzluk iddiaları bu kadar ayyuka çıkmışken sayısız bakanın,milletvekilinin,belediye başkanının, topraklarımızda bombalar patlarken zaten istihbaratını almıştık diyen bakanların, bu istihbarata rağmen olayın önüne geçilmemesinde sorumlu olan herkesin istifa etmesi en azından saygınlıklarını korumak açısından elzem bir durum değil midir? Ama biz hala bahaneler bulmakta, suçlular aramakta ve oturduğumuz koltuklardan asla ve asla vazgeçmemekteyiz. Bu durumda devreye girmesi beklenen şey halkın elinde olan güçle bu kişilerin işgal ettiği yerlerden indirilmesidir. Fakat genel duruma baktığımızda halkımız sağ olsun, bu insanlar gene seçilecek, gene baş tacı edilecek gibi görünmekte. Dünyadaki örneklere baktığımda insanların ülkede gerçekleşen olumsuzlukların faturasını yöneticilere nasıl kestiğine dair sayısız örnek var. Bu konuda en çarpıcı örneklerden biri 1916 yılında Amerika'da yapılan seçimlerde Başkan Woodrow Wilson'ın artan köpek balığı saldırıları sonucu New Jersey'de aldığı oyun dramatik düşüşü. Millet bundan yüz yıl önce ülkelerinde yaşanan bir sıkıntının ,ki bu sıkıntının başkanla doğrudan bir ilişkisi yoktur, faturasını ülkeyi yönetenlere keserken biz hala günümüzde yarattıkları ve yaşattıkları onlarca sıkıntının hesabını hiçbirinden sormuyoruz. Sonra da adamlar padişah gibi takılınca da celalleniyoruz. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demezler mi adama.       

12 Mayıs 2013 Pazar

Hatay'da Ne Oluyor



Türkiye tarihinin en ciddi bombalama eylemini yaşadı ama gerçekten ne olduğuna dair kimsenin bir fikri yok. Bakanlarımız çıkıp açıklamalar yapıyor fakat bu açıklamaların hiçbir tatmin edici yanı yok. Kimileri Esad'a bağlı El Muhaberat diyor kimi Suriyeli muhalifler diyor hatta Suriye'den kaçan mültecilerle alakalı bile iddialar var. Üstüne üstlük açıklanan ölü sayısı 40-50 civarında olsa da dünya basınına ve görgü tanıklarına bakıldığında bu sayı 100'ün bir hayli üstünde. Bu durumda herkes gibi bende kime neye inanacağımı şaşırmış durumdayım. Bütün bu soru işaretlerinin aydınlatılması bir şekilde sağlanacaktır. Çünkü artık haberler, bilgi paylaşımı sadece devletlerin istediği şekilde uygulayacağı sınırların çok ötesinde.
Bütün bu soruların ve verilmeyen yanıtların yanında asıl önemli olan husus aslında bu şiddet ortamına nasıl dahil olduğumuzdur. Yıllardır kendi içindeki terör eylemlerinden fazlasıyla çekmiş ve şu dönemde bunların noktalanmasıyla ilgili çabalar içinde olan bir görünüm verirken daha tehlikeli bir kaosun içine mi sürükleniyoruz acaba. Ortadoğu gibi kangren olmuş bir noktada ahkam keserken daha dikkatli olmamız gerekmiyor muydu? Ortadoğu ülkelerinin yıllardır kendi aralarında ve içlerinde yaşadıkları büyük sorunların çözülmesinde yardımcı olmak ve bölgeye barışın gelmesine katkı sağlamak elbette dahil olmamız gereken bir durum. Fakat bir anda dünyanın süper güçleri denen ülkeler gibi bir tavır takınarak bu coğrafyada müdaheleci bir tutum almanın faturası sanırım bize biraz pahalıya patlayacak. Umarım daha acı bedeller ödemek zorunda kalmayız. Çünkü bahsedilen çoğu senaryonun sonu aslında bizi hiç ilgilendirmeyen bir savaşa çıkıyor. Ve ne olursa olsun hiçbir gerekçe savaşı meşrulaştıramaz.

10 Mayıs 2013 Cuma

Kişilik Ayrımcılığı

Irkçılık kavramı denilince akla doğrudan din,din,renk gibi ayrımlardan doğan bir kavram geliyor. Bütün dünyada her ne kadar buna karşı mücadeleler sürmekte olsa da hala kanamakta olan dev bir yara. Yıllardır ırkçılığın bilimsel bir dayanağı olmadığını, ırkların sadece sosyal bir kurgudan ibaret olduğu anlatmak için uğraşan akademisyenlere rağmen bu sorun hala toplumlardaki anlayışta büyük pay sahibi.Toplumun entellektüel ve bilimsel bilgi birikiminin artamaması da bu sorunun ortadan kaldırılmasındaki en büyük engellerden biri olarak varlığını sürdürüyor.


Irkçılık kavramı en temelinde ayrımcılıktır. Ve bu ayrımcılık toplumun en küçük birimlerine dahi öyle bir sızmıştır ki büyük resmi oluşturan din,dil,etnik ayrımcılığın parçalarını teşkil eder. Toplumsal algı ve kaygılar küçük şeylerde bile insanların ayrımcılığa uğramasına neden olurken insanlarda da ayrımcılığın bir kültür haline gelmesine temel hazırlar. Bunlar çok basit şeyler gibi görünebilir. Toplumsal algıda çirkinlerin güzellere, şişmanların zayıflara, işsizlerin çalışanlara, içenlerin içmeyenlere,okulu bırakmış olanların üniversite mezunlarına,fakirlerin zenginlere karşı ayrımcılığa uğramadığını iddia edebilir miyiz? Bu örnekleri sınırsız sayıda  çoğaltabiliriz. Kısacası toplumun yarattığı olması gereken birey algısına uymayan herkes bu ayrımcılıktan nasibini almakta. Toplumun algısının ve normlarının dışına çıktığın her noktada o kırılası parmaklar suratına doğrultulur ve tu kaka olursun. Her bireyin ayrı bir kişiliği ayrı düşünceleri ayrı bir hayat tarzı olabileceğini kabullenmek bu kadar zor mu gerçekten? En yetkin konumdaki kişiler bile bütün bir neslin karakterini programlama hevesine düşmüşken sıradan vatandaşlardan oluşan toplumun algısının bunun ötesine geçmesini beklemek de ütopik bir hayal olmaktan öteye gidemiyor haliyle. Ne demişler imam osurursa cemaat sıçar.
Ütopik de de olsa en azından hayallerimiz var.

9 Mayıs 2013 Perşembe

Be Hey Spastik



Gün geçmiyor ki ülkenin bir yerlerinde birileri ateizm ile ilgili absürd bir açıklamada bulunmasın ya da internette acayip videolar dönmesin. Bir çıkıyorlar pilot kalem üzerinden 'Hadi ateistler bunu da açıklayın' tadında tezler geliştiriyorlar (bknz.http://www.youtube.com/watch?v=e83NGt-H58A), bir çıkıyorlar ak sakallı origami üstadının rüyada verdiği tüyolarla kağıdı abuk subuk katlayıp parçalayarak inanmayanların cehenneme gideceğine dair delil üretiyorlar (bknz. http://www.youtube.com/watch?v=sAGHYhwPVTQ ).
Bu seferki olay tam olarak üstüne mum dikmek diye tabir edebileceğimiz bir durum. Bir sosyolog olan Adana  Otistik Çocuklar Derneği başkanı Fehmi Kaya bey yememiş içmemiş otizme dair büyük bir muammayı sonlandırmış. Paşamızın yaptığı açıklamaya göre bütün otistik çocuklar ateistmiş.Bu durum beyinlerinde bir inanç alanı oluşmadığı için kaynaklanmaktaymış bu durum. Buraya kadar söylediklerine gene de mantıklı bir açıklama getirmeye çalışıyor doğrusu. Ama hızını alamamış olacak ki sonunda bombayı patlatıyor 'Ateizm otizmin başka bir versiyonu' diyerek. Bütün zaman boyunca kendi kişisel tercihleri ve düşünceleri doğrultusunda inanmamayı seçen binlerce insanın aslında otizmin bir türünden müzdarip olduğu anlamına mı geliyor yani bu durum. Sen bir de sosyologsun ve otizmle ilgili bir derneğin başındasın. Bu açıklamaları yaparken hangi bilimsel ve rasyonel durumlara dayanıyorsun be adam demezler mi? Bizde demezler ve bu adam da gönül rahatlığıyla böyle açıklamalar yapmaya devam eder.
Ve tabi ki çözüm yolunu da bulmuş beyimiz. Otistik çocuklara ücretsiz terapi merkezleri açarak oralarda bu çocukları inançlı çocuklar haline getireceklermiş. Olayın en temelinde zaten bir mantık hatası var. Emin olmamakla beraber bildiğim kadarıyla müslümanlıkta bu durumdaki kişiler yargılanma, ahiret vb. konulardan muaf durumda. Yani kısacası Allah'ın kabul ettiğini senin değiştirmeye çalışman da beni benden almadı değil.

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Sazlar ve Çamur



Vicente Blasco Ibanez ya da genellikle bilindiği gibi sadece Ibanez. Bu İspanyol yazarla daha yeni tanışma şerefine nail olabildim ki bugüne kadar hiçbir kitabını okumadığım için de biraz üzülmedim desem yalan olur. Aslında İspanya'nın Cervantes'ten sonra en çok tanınan romancısıymış fakat bugüne kadar bir şekilde karşılaşmamışım. Olsun geç olsa da gerçekten uzun zamandır en çok keyif alarak okuduğum kitaplardan biri olduğunu söyleyebilirim Sazlar ve Çamur'un.
Romanın asıl temasına bakınca fazlasıyla klasik hatta belki bazılarınıza göre sıradan ve sıkıcı gelebilir. İnsanın maddi kazançlar elde etmek için vazgeçtiği manevi tatminler üzerinden ilerliyor. Hırsın ve açgözlülüğün sonunda yarattığı felaketlere odaklanıyor. Evet baktığınız zaman çok sıradan, yazılmış binlerce benzerinden biri gibi gözükse de fark yarattığı çok fazla nokta var. Bu klişe temayı anlatırken iki noktada kendine gerçekten hayran bırakıyor. İlk olarak romanın karakterleri. Ana karakterlere baktığınızda çok derin tanımlamalar ya da tasvirler yapmasa da güçlü ve belirgin karakterler olarak ortaya çıkıyorlar. 3 kuşağın bir arada yaşadığı balıkçı ailesi topluluğun genelini anlamada çok işe yarıyor. Karakterlerde eksik gibi görünen ayrıntılı anlatım durumunu ise doğa betimlemeleriyle muazzam bir biçimde kapatıyor ki bence asıl fark yarattığı nokta da bu. Adayı, gölü,ağaçları o kadar net anlatıyor ki okurken gerçekten olayın geçtiği yerleri gözünüzün önünde resmediyor. Bu da kitabı okurken gerçekten onunla iç içe geçmenize, bütünleşmenize çok yardımcı oluyor.
Kısacası geç de olsa Ibanez'i keşfettiğime çok mutlu oldum. Eğer sizde güzel ve başarılı bir roman nasıl olur görmek isterseniz okuyun derim. Sırada Sazlar ve Çamur'u okuduktan sonra iyice merak etmeye başladığım Mahşerin Dört Atlısı var. En kısa zamanda onu da okumayı planlıyorum.

B.G. Emniyet Genel Müdürlüğü



 Üzülerek söylesem de herhangi bir eylem, yürüyüş ya da gösteride polis kuvvetlerinin insanlara davranış şeklini toplum olarak kabullenmiş gibiyiz. Asıl görevi oradaki yürüyüşü düzenleyen vatandaşların güvenliğini sağlamak olan kolluk kuvvetleri hemen abanıyor biber gazına abanıyor copa. Bu eylemleri sonucu oluşan vahim hadiseler de onların daha üst noktadaki mercileri tarafından medyaya servis edilen abuk subuk materyallerle haklı gösterilmeye çalışılıyor. Fakat olay haklı ya da haksızın arandığı bir durum değildir. En basit şeklinde insanlara böyle davranma hakkı hiçbir resmi ya da gayri resmi kurum ya da kişide bulunamaz. Bizdeyse tam aksine uygulanan şiddet üst makamlar tarafından onaylanıyor ve hatta övülüyor. Şiddete maruz kalan vatandaş hakkını aramak için adli yollara başvurmaya çalışınca da eli boş dönüyor, İzmir'deki karakolda dayak muhabbetinden hiç kimseyi suçlu bulmayan hakimlerimiz bunun en yakın örneği.

  
Dün haberlerde yayınlanan bu görüntüler işin artık bokunun tamamen çıktığının kanıtı gibi. U14 liginde İkitellispor-Bursa Yolspor maçı oynanıyor. Sahadaki çocuklar 13-14 yaşlarında yani gerçekten ufacık çocuklar. Maçın gidişatı içinde olaylar gelişiyor kırmızı kartlar falan havalarda uçuşuyor derken saha karışıyor. Buraya kadar tamam ülkemizde spor sahalarındaki tatsızlıkların yaş grubuna ayrılmadan her yerde yaşandığının bir örneği. Fakat olayların devamı asıl dramatik olan. Orada görev yapmakta olan muhteşem polislerimiz bir kahraman edasıyla sahaya giriyor ve çoluğun çocuğun üstüne boca ediyor biber gazını, copu. Ya arkadaş çoluk çocuğunda mı yok. Yazık değil mi ufacık bebelere. İki höt zöt yapsan dağıtıcan zaten olayı niye abanıyon biber gazına. O çocukları spordan, insanlıktan soğutmadın mı sen şimdi. Seni dava etseler kaç yazar. 13-14 yaşındaki çocuğun kafasında yarattığın travmanın hukuken zaten bir karşılığı yok.

7 Mayıs 2013 Salı

Ablacım Sende Ne Cevherler Varmış



Sanırım birçoğunuz benim gibi Game of Thrones dizisini seyrediyordur. Eğer seyretmiyorsanız da bence başlayın derim. Gayet başarılı bir yapım. Neyse mevzumuz dizinin başarısı ya da seyredilmesi değil. Dizide çok da ön planda olmayan bir karakterden bahsedeceğim. Natalia Tena nam-ı değer Osha. Ned Stark'ın yürüme yeteneğini kaybetmiş oğlu Bran'in vahşi bakıcısı. Duvarın kuzeyinden gelen, medeniyetten nasibini alamamış, kir pas içinde bir hatun. Silik bir karakter gibi gözükse de kritik noktalarda yaptığı hamlelerle olayın gidişatına keskin dönüşler ekleyebilmiş bir karakter. Bazılarınız onu Harry Potter serisinden de hatırlayabilir. Orda da enterasan bir karakter olan  Nymphadora Tonks'u canlandırmıştı.
Asıl mevzumuza gelecek olursak 10 gün kadar önce bu ablamızın bilmediğim bir yönünü daha keşfettim. Molotov Jukebox diye bir müzik grubunda akordeon çalıp vokal yapmaktaymış. Belki bir çoğunuz bundan haberdar olabilir ve bu yazıyı okurken 'yeni mi öğrendin!' bakışları atabilir. Evet yeni öğrendim ama bir hayli de sevdim ve diğer insanların da öğrenmesini istedim. Yani bugüne kadar keşfedip de bana söylemediyseniz bu sizin ayıbınız :) Neyse işin kısacası bence bir dinleyin bakın derim. Bu sıcak havalarda balkonda oturup inceden denizi keserken kahve ve kitap eşliğinde muazzam bir lezzet yaratıyor. Diziye dönecek olursak da bence sonunda Bran demir tahta otursun, Osha onun kraliçesi olsun taht salonunda akordeon sesleri yankılansın. Hodor'u da kral eli yaparlarsa tadından yenmez.  

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Taksim Çukuru


1 Mayıs bu sene herkesin bildiği gibi pek bi tatsız geçti İstanbul'da. Kimine göre haklı gerekçeler varmış gibi gözükse de Taksim Meydanı'ndaki yasak kararı ve sonrasında gerçekleşen olaylar meydanın kapatılmasını güvenlik açısından gerekli görenlerin bile fazlasıyla canını sıkmış olmalı. Ben o günkü olayları ya da iktidarın tavrını yazmak istemiyorum. Zaten konu hakkında günlerdir olan biten herşey yazılıp çiziliyor.
Benim merak ettiğim konu şu. Dün gece Taksim Meydanı şampiyonluklarını kutlayan Galatasaraylılarla tıklım tılkım doluydu. Acaba dün gece apar topar ordaki çukur mu kapatıldı da o insanların oraya gitmesi engellenmedi ya da polis 1 Mayıstan sonra hala kendini toplayamadı da ' Zaten götümüz çıktı bırak bugün ne yapıyolarsa yapsınla'r mı dendi. Belki de hükümetimiz işçilerini çok sevdiği için orda başlarına bişey gelmesine kıyamadı ama galatasaraylılar meydana inince onların can güvenliğini hiç umursamadı.Hep merak konusu bunlar. İstanbul valisi çıksa da bi açıklama yapsa 'Kolumu kessen kanım sarı lacivert akar. Şampiyonluk kutlamalarını engellemedik çünkü o çukura düşüp gebersin istedik hepsi' tadında. Bu absürd açıklama bile 1 Mayıs'tan sonra yaptıkları 'elinde şişe olan Dilan ' açıklamasından daha inandırıcı gelir bence herkese.
Meydan da çukur da bizim. Herkesin çukuru kendine. Onların içine düştükleri çukurlara biz karışıyor muyuz?

Hoşbuldum

Selam millet. Blogumdaki ilk yazımda genel olarak ne yapmak istediğimi anlatmak istedim. Aslına bakarsanız çok da önemli bişey yapacak değilim :) genel olarak gün içinde gördüğüm, duyduğum,yaşadığım herhangi bir olayla ilgili ahkam kesmekten başka bi amacım yok. ben kafamdaki saçmalıkları yazıya döküp zihnimi rahatlatmaya çalışırken aynı absürdlükleri yaşayan kişilerle de etkileşim kurmak keyifli olur gibi geldi. tabi bi yandan da kendini sınama hevesi var. yıllardır okudukça içimden geçen' acaba bende yazabilirmiyim lan' sorusuna amatörce bi cevap bulma çabası. bence ben esinlikle yazamam :) ama yazdıım kadar napcan?

Herkese keyifli zihinsel masturbasyonların sonucu banyodaki  fayanslara yapışmış  düşünceler dileğiyle.